30 Aralık 2011 Cuma

Gılgameş Destanı, Ölümsüzlük Arayışı


Gılgameş ve Enkidu (Louvre Müzesi Paris)
“…Uçsuz bucaksız ülke, toprak bir testi gibi kırıldı. Şiddetli güney fırtınası, yüksek dağları suya gömmek ve insanlığın üzerine bir kabus gibi çökmek için, bütün bir gün boyunca esti durdu. İnsanlar birbirini göremez oldular; göktekiler bile göremiyordu onları. Tanrılar da korkmuştu bu tufandan…” (Gılgameş destanının on birinci tabletinden)
Gılgameş Destanı, tarihin en eski yazılı destanı olup, Akkad ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akkad (MÖ 3200 - 2100) dilinde yazılmış 12 kil tabletten oluşur. Assur kralı Assurbanipal'in (MÖ 669-629) inşa ettirdiği Ninova (Musul şehrinin hemen yanında bulunmaktadır) kitaplığında bulunmuştur.

1839 yılında Austen Henry Layarda adında genç bir İngiliz, Assur kenti Ninova kalıntılarında, Assur heykelleri ve binlerce kırık kil tablet buldu ve bunları alarak Londra'ya döndü.

Layard'ın buluşunun değeri, sayısı 25.000'i bulan tabletlerinin üzerindeki çivi yazısının çözülmesiyle anlaşıldı. Bu güç işi başaran Henry Rawlinson oldu. Kendisi Doğu Hindistan Şirketi'nde çalışan bir İngiliz subayı idi. İran'da Kirmanşah yakınlarındaki Bisütun kayasındaki yazıtı bulmuştu. Daryus Kaydı diye bilinen bu yazıt Zent (eski İran), Elam ve Babil dillerinde çivi yazısıyla yazılmıştı. Rawlinson çalışmalarını sürdürdü ve 1855'de "Batı Asya'da Çivi Yazısı Yazıtlar" adlı eseri yayınladı. 1866'da George Smith de onunla birlikte çalışmaya başladı.

Bu sırada Layard'ın arkadaşı Rassam, Ninova'da kazılara devam etmiş, ve 1853'de kütüphanenin yeni bir bölümünü bulmuştu. Asurlular'ın başka metinlerden kopya ettikleri Gılgameş Destanı bunların arasında idi.

1872'de Smith, Arkeoloji Derneği’nde yaptığı bir konuşmada "British Museum'daki Asur tabletlerinden birinde Tufan’ın anlatıldığını farkettim," dedi. Arkasından "Tufan Öyküsü" adlı eserini yayınladı. Kitap büyük ilgi gördü ve yardım topladı. Kazılara dönen Smith Tufan ile ilgili eksik bölümleri buldu. 36 yaşında ölmeden önce de, Destan'ın tercümesinin ana hatlarını tespit etmeyi başardı. Smith Asurca "Tufan"ı yayınlarken bunun, günümüzde Warka diye bilinen, Uruk şehrinde, daha eskiden yazılmış bir metnin kopyası olduğunu" da belirtmişti. Aynı yıllarda Uruk'ta kazı yapan W.K. Loftus, MÖ 3000 yılına ait mozaik duvarlar ve kil tabletler buldu. Ancak bu buluntular 1920'li yıllara kadar fazla dikkat çekmedi. Yine o tarihlerde Almanlar Uruk'ta kazı yaptılar ve yeni tabletler ortaya çıkardılar.

Öte yandan 1880'lerde Amerikalı John Punnet Peters, Güney Irak'ta Nippur'da 40.000'e yakın kil tablet buldu. Philadelphia ve İstanbul müzeleri arasında bölüşülen bu tabletler arasında Gılgameş Destanı’nın Sümer dilindeki en eski metni vardı. Osmanlı İmparatorluğu 2. Abdülhamid zamanında biraz olsun uyanmış, ve hiç değilse tabletlerin bir kısmını almıştı. Bu arada Ur kentinde yapılan kazılarda da, başka tabletler de bulundu.

Bulunan kil tabletlerin en az dört ülkeye dağılmış olması, onların okunmasını güçleştirmiştir. Ancak en eski Gılgameş metninin büyük kısmı Türkiye'dedir.

Gılgameş Destanı'nın MÖ 2000 yıllarında ulaştığı ün, Hitit İmparatorluğu'nun (MÖ 1750-1200) başkenti Boğazköy (Çorum) arşivlerinden çıkan Akkad dilindeki çeviriden anlaşılmaktadır. Destan Hurri diline ve Hitit diline de çevrilmiştir.

Bu metinler Campbell Thompson tarafından çeviri ve açıklamaları ile birlikte 1928'de yayınlandı. Pensilvanyalı Profesör Samuel Kramer de Sümer metinleri üzerinde çalışmalar yaparak onların MÖ 3000 yıllarından geldiğini ortaya koydu.

MÖ 1800 yıllarında Babil kralı Hamurabi zamanında tekrar yazılan Gılgameş Destanı’nın üç tableti bulunamamıştır. Assurlular döneminde kral II Sargon tarafından yaptırılan Horşâbad kentindeki sarayda elinde aslan tutan Gılgamış’ın bir kabartması bulunmuştur.

 İlk olarak “The Epic of Gılgamish” adıyla yayınlanan bu destan; metinin Almanca’ya 1934’de, Fransızca’ya 1934’de çevrilmiştir. Destanın Türkçeleştirilmesi ise Muzaffer Ramazanoğlu tarafından 1944’de yapılmış ve Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın çalışmaları sonucunda tamamlanmıştır.

Destana konu olan kral Gılgameş MÖ 3000 yıllarının ilk yarısında Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Gılgameş Destanı, ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatmıştır.

Destan, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin (MÖ 3200 - 2000) yaşayışları hakkında bilgi verir. Gılgameş Destanı'nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı "Tufan" öyküsünün, üç dinin kutsal kitaplarında yer almasıdır.

Gılgameş, Uruk kentinin kralıdır. Tanrı Anu, halkın şikayeti üzerine, Enkidu adında bir vahşi yaratıkla Gılgameş'i cezalandırmak ister. Ama Gılgameş, Enkidu'yla dost olur. Gılgameş ve Enkidu, tanrı Enlil'in kutsal Sedir Ormanı'na korucu yaptığı korkunç dev Humbaba'yı öldürür. Tanrıça İştar, kahraman olan Gılgameş'le evlenmek ister. Reddedilince kızar. Tanrı Anu'nun yarattığı kutsal boğasını öldürmesi için Gılgameş'in üstüne salar. Ama Enkidu, boğayı da öldürür. Enkidu'nun bir özelliği de geleceği bilen rüyalar görmesidir. Humbaba'nın ve boğanın öldürülmesine kızan tanrılar, Gılgamış ve Enkidu'ya ölüm cezası verir. Enkidu hastalanıp ölür ve yeraltına göçer. Gılgameş dostunun ölümüne çok üzülür. Ayrıca kendisinin öleceğinden korktuğu için ölümsüzlüğün sırrını bulmak ister. Bunun için de, Tufan’dan kurtularak ölümsüzleşen Utanapiştim'i (Yaşamıbuldu, Sümer şehir devleti Şuruppak'ın kralı), bulmak için binbir maceradan sonra yaşadığı Mutlular Adası'na gider ve ondan akıl alır. Utanapiştim, Gılgameş'a, tanrıça Ea'nın Tufan olacağını haber verdiğini bunun üzerine bir gemi yapıp ailesini ve hayvanları aldığını, 7 gün 7 gece tufan olduğunu, sonra tanrıça İştar'ın ricası ile tanrı Enlil'in Tufanı durdurduğunu, geminin Nisir dağına oturduğunu, durumu anlamak için güvercin gönderdiğini, sonunda kendisine ölümsüzlük verildiğini anlatır. Utanapiştim, Gılgameş'a ölümsüzlük bitkisini denizin dibinde olduğunu söyler. Gılgameş, ölümsüzlük bitkisini denizin dibinde bulur. Ama bir yılana kaptırınca çok üzülür. Ülkesine geri döner. Enkidu'nun ruhu yeraltı tanrısı Nergal'in izniyle geçici olarak yeryüzüne döner. Yeraltındaki ölüler dünyasının kötü koşullarını anlatır. Gılgameş, destanın sonunda gerçek ölümsüzlüğün adının gelecek kuşaklar tarafından anılması olduğunu ve bunun bilgelikle olacağını anlamıştır.

KAYNAKÇA
Kramer, S.N. Tarih Sümer’de Başlar, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995.
Braem, Harald. Uruk Aslanı Gılgameş, Yurt Yayınları, Ankara 2000.
Karauğuz, Güngör. Hitit Mitolojisi, Çizgi Kitabevi, Konya 2001.
Bottero, Jean. Gılgameş Destanı, Ölmek İstemeyen Büyük İnsan, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2008.
Jackson, D.P., Gılgameş Destanı, Arkadaş Yayınları, Ankara 2005.

29 Aralık 2011 Perşembe

Anadolu'nun Tarih Öncesi Çağları Kronolojisi


I - TAŞ ÇAĞLARI

            A – Paleolitik  (Eski Taş Çağı-Mağaralar ve Avcılar )           12/10000
                        1. alt
     Devşirme   2. orta
                        3. üst

            B - Mezolitik  (Orta Taş)              MÖ 12/10000 - 9/8500

            C - Neolitik                               9/8500 -5500/5400             
(Yeni Taş Çağı-Köyler ve Köylüler-Üretim)   
                        1. Akeramik Neolitik (Çanak Çömleksiz)      9/8500 - 6500
                        2. İlk/Erken Neolitik                                  6500  -  5600
                        3. Son/Geç  Neolitik                                  5600  -  5500/5400


            D - Kalkolitik        MÖ 5500/5400 -3300/3000
           Geçiş Taş-Bakır (Örgütlenen Köyler)
                       1. İlk Kalkolitik 
                       2. Orta Kalkolitik
                       3. Son Kalkolitik


II - MADEN ÇAĞLARI

            A - Tunç Çağı                             MÖ 3300/3000 -1275/1200
                        1. İlk Tunç (Kaleler ve Beyler)
                                   a-İT 1                                              3300/3000 -  2700/2600
                                   b-İT 2                                              2700/2600 -  2300
                       c-İT 3                                               2300  -  1900
Yazı Başlıyor
                        2. Orta Tunç (Prensler ve Tüccarlar)                1900  -  1450
                        3. Son  Tunç  (Hitit İmparatorluğu)                 1450  -  1275/1200

             B - Demir Çağı (Anadolu Devletleri)          1275/1200 - MS  300
                                   a-İlk Demir                                1275/1200 -  700      
                                   b-Orta Demir                             700  - 500
                                   c-Son Demir                              500  -  MS 300                     

28 Aralık 2011 Çarşamba

Başı Bozuk Düşünceler

Düş yorgunu
Oyun bozan
Issız adam
Yalnız kadın
Derinlik
Dengesiz dünya
Kalabalık insan yığınları
Karışık hayat
Kayıp zaman
Geçmiş
Şimdi
Gelecek
Umutlu yürekler
Yasak meyve
Hava’nın hilesi
Adem’in aldanışı
Cennetten kovuluş
Zeus’un zalimliği
Prometheus’un biliciliği
Sırlar
Pandora’nın kutusu
Yayılan kötülük
Kapalı kalan iyilik
Evrim
Bozulan doğa
Anlamını yitiren anlamlar
Yüreksizler
Sevda kaçkınları
Güzellik sevdalıları
Direnenler
Asalaklar
Nereye ey insanoğlu
Nereye

Aşk


Aşk

Hayatın belki de en tatlı yüzüdür

Acısına rağmen……….

Aşk



Kavramaktır yaşamı sımsıkı

Bırakmamaktır hiçbir zaman

Paylaşmaktır belki de

Kimbilir……..

Zaman


Zalim bir avcıydı zaman
Bense kanatsız bir kuştum uçmaya çalışan
Belki de bir keklik
Kendi sesine giden
ve hep avlanan


22.04.2008…….

27 Aralık 2011 Salı

26 Aralık 2011 Pazartesi

Homeros


Homeros’un yasadığı zaman ve doğum yeri konusunda çeşitli görüşler illeri sürülmektedir.











Devamı:
http://prometheus8.blogspot.com/p/mitoloji_18.html

24 Aralık 2011 Cumartesi

Geçip Giderken Zamanın Kapı Aralığından Hayat



Geçip giderken zamanın kapı aralığından hayat

Güle tutunayım dedim diken batı elime

...

Devamı:
http://prometheus8.blogspot.com/p/siir.html

Gündelik Hayat


Kimseler görmedi Ömür hanım, bu dünyadan ben geçtim. İçimde umudun kırk kilitli sandıkları, elimde bir avuç düş ölüsü yüreğim -içinde senin ve benim ağırlığım- benim olmayan bir garip gülümsemeyle yüzümde, incelik adına, ben geçtim... Yerini bulmamış bir içtenlik, yanılmış bir saygı ve bir hüzün eğrisi olarak ilişkilerin gergefinde, ördüm ömrümün dokusunu ilmek ilmek… Gökyüzünü öpmek isterdim Ömür hanım, gözlerimle değil dudaklarımla. Yoruldum bulutları kirpiklerimde taşımaktan. Delilik mi dedin? Kim bilir... Belki de yerde sürünmenin bir tepkisidir bu, ya da ne bileyim bilinçsiz bir aykırı olmak duygusu. Gökyüzü de olmak isteyebilirdim değil mi? Kim ne diyebilir ki?...” (Şükrü Erbaş).

Devamı:

22 Aralık 2011 Perşembe

Mavi Düş Yağmurları




Leyla hiç güzel değilmiş. Mecnun’a sormuşlar: “O kadar eziyet bunun için miydi?”
Mecnun yanıtlamış: “Hayır gönlümdeki Leyla içindi…(Yılmaz Odabaşı – Sevginin Herkesten Şikayeti Var).

Düşmüş dalından sevinçlerin, kışa dönmüş bir yaprak gibi. Yürüdün bir ömrü Prometheus isyankârlığında. Durmaksızın yağan mavi düş yağmurları eşliğinde geçer ömrün. Nerden bileceksin sevgisizliği, yüreğinde hiç eksik olmadı ki sevgi. Aldırma, sen yüreğini koydun orta yere başı dik. Aldırma, bu hayat cevap veremeze yüreğinin enginliğine. Aldırmadan aldır.

Seneca, "Yalnız akıllı bir insan sevmesini bilir. Sevip de yitirmek, sevmemiş olmaktan daha iyidir."

Neden anlamıyorsun, her şeyin bir sonu var, yüreğindeki aşkın yok. Yıllardır neyi bekliyorsun, ölen güneşler geri gelemez. Belki bir gün hayatta yeni aşk umutları bulursun, sarıl onlara sevgiline sarılı gibi. Sen yinede bekleme faydasız bekleyişleri. Sen utanma, zaman utansın, gözlerinden dökülen çiğ damlaları utansın. Acı sarsa da bedenini, sen yürü zamanın sayfalarını bir bir çevirerek. Bilirim, bilirsin deli gönlün adam olmaz. Bu hayat sana her şeyi öğretti; ayrılıkları, acıları, hüzünleri, kederleri, ölümleri, sevinçleri, aşkı ama sevmemeyi öğretemedi, aşksız yaşamayı öğretemedi. Aşkların mahpushanen oldu, anahtarı kayıp.

Newton, "Aşk köprü kurmaktır. İnsanlar köprü kuracaklarına duvar ördükleri için yalnız kalırlar."

En eski yalnızlığın olsa da aşk, sen gönlündeki Leyla’yı ara durmadan, bıkmadan. Kavuşamasan da sen yinede ara aşk. Zaten kavuşmak biraz da yitirmek değimlidir. A.Camus, “bir şey elde edildiğinde yitirilmiştir” diyor. Bilirim, sende Sokrates’e benzersin. Sokrates, “benim tek bilgim var, o da aşktır” demiştir.

Shakespeare, "Değişiklikle karşılaşınca değişen aşk, aşk değildir... Aşk gözle değil ruhla görülür."

Şu ömrünün yollarından kimler geçti söylesene, ama bilirim senin gibi seven geçmedi, aşkı sonsuz kılan geçmedi. Yürürsün güneş güler tenine, bilirsin, anlarsın yüreğin gülümser. Yürü, hava aşka kesti birazdan mavi düş yağmurları yağar gönlünün uçsuz bucaksız coğrafyasına. Mavi düş yağmurlarını, isyanın koynunda büyüt ve aşkla yaz, aşkla geçen bir ömrün tarihçesini. Yüreğine kazı o satırları, silinmesin bu dünya döndükçe. Ve unutma mutluluk diye bir şey yok şu hayatta, belki sadece mutlu anlar vardır.

Costance Foster, "Sevgi bizi zamanın yıkımından koruyan yıkılmaz bir kaledir"

Zaman acımasız bir değirmen olsa da, sen yürüdün sevgi tohumları eke eke, yüzünde bir çağın matemini taşıyarak. Yürüdün, kalbinin sokaklarında mavi düş yağmurları, sevgilerle buluştu, aşkla buluştu. Yürü, aşkla, sevgiyle, demir parmaklıkla, isyanla, direnişle, acıyla, ayrılıkla, özlemle ve ölümlerle geçen 34 yılı geride bıraktın, anıları yak ve geride kalan günlerine iyi bak…

Balzac, "Aşk yaşamında kadın, ancak hünerli bir çalgıcının elinde dile gelen bir lir gibidir. Kadınlar bizleri sevdikleri zaman her suçumuzu bağışlarlar"

19 Aralık 2011 Pazartesi

Zamanın Tanıkları Mehmet Eroğlu Romanları


Zamanın Tanıkları
Mehmet Eroğlu Romanları

(… Yazarken kimi zaman Tanrı kadar tutkusuz bir dinginliğin içinde ürperiyor, kimi zaman ıslak yamaçları ateşe verecek kadar yakıcı alevlerle kavruluyordu … Mehmet Eroğlu, Yürek Sürgünü) 

Devamını... http://prometheus8.blogspot.com/p/kitap.html

18 Aralık 2011 Pazar

Mitoloji

İnsanlara iyilik edeyim derken. /Bir gün bir narthex’in kamışı içinde /Çaldım götürdüm insanlara ateşin tohumunu. /Bu tohum bütün sanatların anahtarı oldu. /Bütün yolları açtı insanlara. /Suçum bu işte benim tanrılara karşı, /Bu yüzden zincire vuruldum bu gök altında.                                                                                                               (Aiskhylos)

Mitoloji, yunanca mitos (mythos)   yani söylenen ve duyulan söz, öykü ve logos yani konuşma kelimelerinin bileşmesinden oluşmuş olup, Eski Yunan'da “geçmişte söylenenlerin tekrar edilmesi” gibi bir anlam barındırmaktayken zamanla Batı dillerinde efsane anlamı kazanmıştır. Çağdaş kullanımda, mitoloji ya belirli bir kültürdeki mitlerin bütününü tanımlar ya da mitlerin incelenmesi, yorumlanması, toplanması, yeniden oluşturulması ve benzeri çalışmaları içeren bilgi, bilim dalını tanımlar. Mitoloji Türkçe’de söylenbilim veya söylencebilim olarak da adlandırılmıştır.

Mitolojik öyküler, ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler. Örneğin; Homeros'un ünlü İlyada ve Odysseia adlı iki eserinin çıkış noktasını Akhalar ve Troyalılar arasındaki ünlü savaş oluşturur. İlyada'da savaşın son günleri, Odysseia'da ise savaşın sona ermesinden sonra evine dönmeye çalışan Odysseus’un hikayesini anlatır.  

Mitoslar taşıdıkları sezgi gücü, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanışa imkan verir. Bunun sonucu olarak mitoslar, günümüze değin sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağı olmuştur.
Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu edilen ve işlendikçe değişen mitoslar ne kadar ozan, yazar ya da sanatçı varsa o kadar biçim almıştır.

Demeter
Mitoloji denince akla ilk gelen Yunan-Roma mitolojisidir. Bu hatalı bir anlayıştır. Aslında bir Akdeniz çevresi efsaneler topluluğu vardır. Onun Yunan ve Roma'ya mal edilmesi, bu efsanelerin Yunan ve Romalı yazarlar tarafından yazılmasından kaynaklanır. Bu efsanelerin çıkış yeri Anadolu, Girit, Mısır ve Mezopotamya’dır.

Çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Antik Yunanistan'ın her bölgesi kendi yerli mitosunu yaratmıştır. Helenistik dönemde (MÖ 300 – MS 200) çoğalan ve karmaşık bir hale gelen efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem İskenderiye ve Bergama kitaplıklarının kurulup, çalışmaya açıldığı ve elyazmalarının çoğaldığı eleştirel bir dönemdir. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiştir. Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmuştur. Batı bugünkü kültür uygarlığını bu kaynaklar üzerine kurmuştur.

Üstünde yaşadığımız Anadolu toprağı, içinde bulunduğu coğrafya ile birlikte bir kültür beşiği, bir uygarlık potasıdır. Bu toprakları iyi anlamak için bu toprakların ürünü olan söylenceleri okumak gerekir. Bu söylenceler, bugüne dair birçok sırada ışık tutuyor. Bunlarla ilgili sizlere aşağıda vereceğim kitapları okumanızı öneriyorum. Bu kitaplarda insanlık tarihinin ve kültürünün izleri de gizlidir. Bu kitapları okurken elinizin altında, Remzi Kitabevi tarafından yayınlanan Azra Erhat’ın “Mitoloji Sözlüğü”nü bulundurmanızı öneriyorum.   

Bütün yönleriyle insanlık dramını yansıtan ve bugün yaşadığımız çağada ışık tutan, Aiskhylos’un ünlü eseri “Zincire Vurulmuş Prometheus” Azra Erhat ve Sabahattin Eyuboğlu tarafından dilimize çevrilmiş ve Nisan 2000’de Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yayınlanmıştır.

Batıda yüzlerce yıldır 'Yunan Mitolojisi' adıyla anlatılan efsaneler Anadolu'da yaratılan kültür ürünleridir. Derman Bayladı’ın, Say yayınlarından çıkan “Efsaneler Dünyasında Anadolu”  adlı kitabı, Anadolu topraklarında yaratılmış efsaneleri akıcı bir dille aktararak, kendi kökenini, kültürünü öğrenmek, özümsemek isteyenlere önemli bir kaynak eser sunuyor.

Yapı Kredi Yayınları tarafından yayınlanan, Bilgin Adalı’nın “Gılgamış Destanı” ve Arkadaş Yayınları tarafından yayınlanan, Danny P. Jackson’nun “Gılgamış Destanı”, tarihin en eski yazılı destanının adı olup, yaklaşık 3400 yıl önce, 12 kil tablete Akad çivi yazısı ile kaydedilmiştir. Uruk kralı Gılgamış'ın ölümsüzlüğü arayışının öyküsünün anlatıldığı destan aynı zamanda Nuh Tufanı'nın da en eski versiyonudur.  Gılgamış Destanı birçok yayınevi tarafında yayınlanmıştır.

Apoll
Evrensel Basın Yayın tarafından basılan, Andre Bonnard’ın “İnsan ve Tragedya” adlı eseri, İlkçağlarda insanoğlunun; kendisini çevreleyen ve bir anlam veremediği bu derin, karanlık gökyüzünde, ışık kaosundaki evrende, kendisine bir yol, bir kimlik arayışının anlatıyor ve Yaşar Atan’nın, kitabı “Akdenizli Tanrıları”, mitolojinin bizlere öğrettiklerini  konu ediniyor.

İlk yasa sistemini uygulayan, İlk vergi indirimini uygulayan, ilk atasözü, ilk aşk şarkısı, ve deyimleri yazanlar hiç kuşkusuz,  çiviyazısı denen yazılarını kil tabletlere geçirerek yazılı tarihi başlatan Sümerlilerdir. Kitabı Mukaddes'te geçen birçok kavramın kökenlerinin de Sümerlerde olduğunu görmek kafalarda soru işaretleri uyandırıyor. Önde gelen Sümerologlardan S. N. Kramer, Sümerlerin insanlık tarihine katkıda bulundukları 39 alanı, yıllar süren araştırmalar ve binlerce tabletin okunması sonucunda ortaya çakın sonuçları “Tarih Sümer’de Başlar” adlı kitapta topladı. Eğitimden aileye, tarımdan adalete, ahlaktan felsefeye, edebiyattan politikaya birçok ilklerin toplandığı kitap, Türk Tarih Kurumu ve Kabalcı Yayınları tarafından yayınlandı.

Bu kitapların dışında; Türk Tarih Kurumu tarafından basılan, Hesiodos’un “Hesiodos Eseri ve Kaynakları, Theogonia (tanrıların yaratılması), İşler ve Günler” adlı kitabını, Can Yayınlarınca basılan, Homeros’un ünlü “İlyada” ve “Odysseia” adlı eserlerini. İmge Kitabevi tarafından basılan, S.H.Hooke’ın “Ortadoğu Mitolojisi” adlı kitabını. Arkeoloji ve Sanat Yayınlarınca basılan, Rosa Agizza’nın “Antik Yunan’da Mitoloji, Masallar ve Söylence” adlı kitabını. Toplumsal Dönüşüm Yayınları tarafından basılan İsmet Zeki Eyuboğlu’nun “Anadolu Mitolojisi” adlı kitabını okumanızı öneriyorum.



15 Aralık 2011 Perşembe

TROYA DESTANI


Troya
Bir varmış,  bir yokmuş,  Zamanımızdan yaklaşık 3000 yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında Troya isimli bir kent varmış. Bu kentin alınyazısı, ta kuruluşundan beri belliymiş, çünkü kurucuları onu Ate (Gaflet) tanrısının hüküm sürdüğü tepeye kurmuşlar, diyor masal. Masal ne desin?, boğazın kilit noktasında kurulan bu kentin başına gelenleri nasıl anlatsın başka türlü. Bu kent zengindi, arkasında bolluk, uygarlık kaynağı koca Anadolu vardı da ondan devamalı saldırılara uğradı demek, masalın değil, tarihin işi. Masalcı, ipuçlarının hepsini veriyor,

Çok eski zamanlarda genç Leander, sevgilisi Hero’nun kolarına atılabilmek için her gece Çanakkale Boğazı’nı yüzerek geçerken, aynı zamanda Asya’dan Avrupa’ya geçmiş oluyordu. Hero ile Leander çok eski bir Grek efsanesinin kahramanlarıdır. Çanakkale Boğazı’nın Anadolu yakasındaki kentte yaşayan Hero adlı bir kral oğlu, karşı yakada bulunan tanrıça Aphrodite tapınağındaki Leandros adlı rahibeye aşık olur. Her gece yüzerek boğazı geçer. Bu geçişte kızın yaktığı meşaleyle yolunu bulurmuş. Bir gece fırtına çıkar, meşale söner, Hero yolunu kaybeder ve boğulur. Cesedi sabahleyin kıyıya vurur. Bunu gören Leandros da kendini denize atar. Bu efsaneyi İstanbul’daki Kız Kulesi’ne yakıştırırlar. Bu nedenle de Kız Kulesi’ne Avrupa dillerinde Hero ve Leander Kulesi derler. Greklerin Hellespont, Avrupalıların Dardanel dediği, bir yandan Akdeniz’e, bir yandan Marmara’ya açılan bu boğaz, Anadolu ile Avrupa arasında bir köprüdür.

Olympians
Troya Homeros tarafından yazıldığı sanılan iki manzum destandan biri olan İlyada'da bahsi geçen Troya savaşının geçtiği antik kenttir. Antik İda Dağı'nın (Kaz Dağı) eteklerinde, Çanakkale il sınırları içinde yer alır. 1870'lerde Alman arkeolog Heinrich Schliemann tarafından keşfedilen antik şehrin kalıntılarında ondan daha sonra yapılan kazılar sonucunda, aynı yerde yedi kez -farklı dönemlerde- kent kurulduğu saptanmıştır. Schliemann Troya'da bulduğu hazineyi önce Yunanistan'a kaçırmıştır. II. Dünya Savaşı'ndan önce Almanya'da olduğu bilinmekte olan hazine daha sonra kayıplara karışmış ve yakın zamana dek hazine hakkında bilgi alınamamıştır. Fakat kısa zaman önce Ruslar bu hazinenin kendilerinde olduğunu açıklamışlardır. Troya kazıları halen Alman Arkeoloji Enstitüsü tarafından sürdürülmektedir.

Zeus
Troya Savaşı’nın  nedeni, Homeros’un İlyada adlı eserin de ve genelde şöyle bilinir;  Peleus’la  Thetis’in  Olympos’ta (İda – Kaz dağı’nda) kutlanan düğününe,  kavga tanrıçası Eris (Nifak)  kendisinin çağrılmadığına kızarak, ortaya bir elma atar, üstüne de  “en güzeline”  diye yazılan bu elmayı kime vereceğini bilemeyen  Zeus yargıç olarak, Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’i (Paris, öbür adıyla Aleksandorus, Priamos’la Hekabe’nin en küçük oğludur) seçer. Üç güzeller yarışması veya ilk güzellik yarışması olarak tarihe geçen  bu yarışmaya katılan, Zeus’un karısı Tanrıça Hera elmaya karşılık Asya krallığını, Akıl Tanrıçası Athena sonsuz akıl ve başarı, Aşk ve Güzellik  Tanrıçası Aphrodite (Venüs) ise dünyanın en güzel kadının aşkını vereceğini söyler. Paris altın elmayı Aphrodite’ye verir. Dünya’nın en güzel kadını olan, Spartalı Menelos’un karısı  Helene, Aphrodite’nin yardimi ile Paris’e aşık olur ve onunla Troya’ya kaçar. Akha’lar (Grek’ler) bunu savaş nedeni sayarak,  birleşik orduları ve gemileri ile Troya’ya saldırır.

Birçok bilim insanı bugün ve geçmişte, Troya Savaşı'nın, yukarda yazdigimiz nedenine karşı çıkmıştırlar ve asıl sebebin büyük maddi sıkıntı içine düşmüş olan Yunan şehirlerinin kendilerinden çok daha zengin olan Troya’yı yağmalama istekleri olduğunu anlatmıştırlar. Homeros da birkaç yüzyıl sonra dinledikleri üzerinden değil de bizzat tanık olarak İlyada destanini yazmış olsaydı, Troya Savaşı'nın sebebi olarak bugün Helen'i değil, bildiğimiz tüm savaşların sebebi olan başka şeyleri konuşurduk veya yazardık.
Aphrodite
Troya’yı, Akhalılar 10 yıl kuşatırlar ancak kenti ele geçiremezler. Bu nedenle tanrılardan yardım dilerler. Tanrılar da onlara bir hile önerirler. Dev bir tahta at içine askerler yerleştirilecek ve savaştan vazgeçilmiş gibi tahta at Troya’lılara armağan edilecektir. Aynen tahta atı hediye olarak bırakıp başına bir nöbetçi asker bırakıp gemilerine binerek denize açılırlar. Troyalılar tahta atı içeri alırlar ve kentlerini korumuş olmanın mutluluğuyla eğlenceler düzenler ve şarap içerler. Hepsi sızar. Tahta ata saklanan Akha askerleri ise çıkıp şehrin kapılarını açarlar. Gece karanlığında gemilerdeki askerlerde geri dönerler ve kolayca şehre girerler ve her yeri yakıp yıkarlar. Efsaneler Troya’nın böyle yıkıldığını söylüyor fakat özellikle son dönemde yapilan arkeolojik kazılarin sonuçlarına göre söz konusu Troya kenti bir deprem sonucunda yıkılmıştır. Şair Homeros da bu yıkılışı, deprem ve at  tanrısı olarak da bilinen Poseidon’a bağlamak için böyle yazmış olablir veya efsane dilden dile geçerken bu hale gelmiş olabilir.

Troya destanına karşı duyulan hayranlık öyle yayılmıştır ki  yüzlerce yıl boyunca edebiyatı  güzel sanatları,  tarihi etkilemiştir.  Troya kentinin, kayıp kent Atlantis olduğunu ileri süren, bir Alman Arkeloji ekibi yüksek teknolojik ürünleri aletler kullanarak, Troya harabeleri çevresinde kayıp şehir Atlantisi aramaktadir.  Hitit Kralı Tuthalia’dan, Akhileus’a, Büyük İskender’den Roma İmparatoru Sezar’a, Pers Kralı Kserkses’den Bizans Kralı Konstantinus’a, Fatih Sultan Mehmet’ten Mustafa Kemal Atatürk’e kadar çağlar aşan dünya  liderlerinin düşlerini süsleyen ışıklı şehir, Troya’nın efsanesinin etkisi çarpıcı şekilde  halen sürüyor.